Pages

4 Aralık 2010 Cumartesi

Zaman Yaratılmıştır! Peki Ama Nasıl?

Evrenin, canlıların nasıl olupta varolduklarını herkes düşünür. Materyalistler evrenin sonsuzdan beri varolduğuna ve sonsuza kadar olacağına inanırlar. Tüm canlıların ise kendi kendine tesadüflerle ortaya çıkıp çeşitlendiğini düşünürler.

Oysa günümüzde artık materyalizmin bu iki inancıda geri dönüşümü olamayacak şekilde yıkılmıştır.

Evrenin bir başlandıç anı olduğu, yani yoktan var olduğu ispatlanmıştır. Yoktan varolmak demek ise tabiki yaratılış demektir. Canlıların ise evrim teorisinin öne sürdüğü şekilde tesadüfler sonucu varolmadığı; biyoloji, biyokimya, antropoloji, paleontoloji, histoloji, moleküler biyoloji, genetik ve daha birçok farklı bilim dalı tarafından yaratıldığı ispatlanmıştır.

Biz bu yazımızda genelde üzerinde pek durulmayan bir konuyu anlatacağız. Zamanın da yaratılmış olduğu gerçeği.

Öncelikle zamanın ne olduğunu hatırlayalım: zaman eşyaların pozisyonlarını değiştirme ölçüsüdür. Yani zamanın olabilmesi için iki tane şart vardır: Varlık ve Hareket. Varlıklar olsa bile eğer hareket yoksa ortaya bir kıyas çıkmayacağı için zaman akmıyor demektir. Aynı şekilde ortada varlık yoksa hareket, dolayısıyla zaman yoktur.

Bu bize şu gerçeği gösteri: madde henüz yaratılmadıysa, zamanda henüz yaratılmamış demektir.

Bugün modern bilim bize evrenin yaratılmış olduğunu söylüyor demiştik. Peki bunu nasıl söylüyor? Şimdi bilimin evrenin ( dolayısıyla zamanın) yaratıldığını nasıl keşfettiğini görelim:

1922'de Rus fizikçi Alexandre Friedmann,Einstein'in genel görecelik kuramına göre evrenin durağan bir yapıya sahip olmadığını ve en ufak bir etkileşimin evrenin genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı. Friedmann'ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak evrenin bir başlangıcı olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öngördü. Ayrıca, bu başlangıç anından arta kalan radyasyonun da saptanabileceğini belirtti.

Edwin Hubble
Bu bilim adamlarının teorik hesaplamaları o zaman çok ilgi çekmemişti. Ancak 1929 yılında gelen gözlemsel bir delil, bilim dünyasına bomba gibi düşecekti. O yıl California Mount Wilson gözlemevinde, Amerikalı astronom Edwin Hubble astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden birini yaptı. Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş, o zamana kadar kabul gören evren anlayışını temelden sarsıyordu.

Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. (Gözlemciden uzaklaşmakta olan bir trenin düdük sesinin gittikçe incelmesi gibi.) Hubble'ın gözlemi ise, bu kanuna göre, gökcisimlerinin bizden uzaklaşmakta olduklarını gösteriyordu. Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha buldu; yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her şeyin birbirinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç ise, evrenin "genişlemekte" olduğuydu.

Peki genişleyen evren ne anlama geliyordu? Zaman içinde geriye doğru gidersek bugünkü evrenimizden daha küçük bir evrenle karşılaşırız. Peki sürekli geriye gidersek ne olur? Evren gittikçe küçülerek tek bir nokta haline galir. Bu tek noktada küçülür ve 'yok' olur. Teorik olarak bu tek nokta tabiri için sıfır hacimde sonsuz yoğunlukta denmektedir. Halbuki sıfır hacim demek tabiki yokluk demektir.

Big Bang ilerleyen yıllarda çok büyük zaferler kazanmıştır.

1948 yılında George Gamov, Georges Lemaitre'in hesaplamalarını geliştirdi ve Big Bang'e bağlı olarak yeni bir tez ortaya sürdü. Buna göre evrenin büyük patlama ile oluşması durumunda, evrende bu patlamadan arta kalan belirli oranda bir radyasyonun olması gerekiyordu. Üstelik bu radyasyon evrenin her yanında eşit olmalıydı.

Arno Penzias ve Robert Wilson
"Olması gereken" bu kanıt çok geçmeden bulundu. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı bu dalgaları bir rastlantı sonucunda keşfettiler. "Kozmik Fon Radyasyonu" adı verilen bu radyasyon uzayın belli bir tarafından gelen radyasyondan farklıydı. Olağanüstü bir eşyönlülük sergiliyordu. Başka bir ifade ile yerel kökenli değildi, yani belirli bir kaynağı yoktu, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde alınan ısı dalgasının, Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Üstelik bu rakam bilimadamlarının önceden öngördükleri rakama çok yakındı. Penzias ve Wilson, Big Bang'in bu ispatını deneysel olarak ilk gösteren kişiler oldukları için Nobel Ödülü kazandılar.

1989 yılına gelindiğinde ise, George Smoot ve onun Nasa Ekibi, Kozmik Geriplan Işıma Kaşifi Uydusu'nu (COBE) uzaya gönderdiler. Bu gelişmiş uyduya yerleştirilen hassas tarayıcıların, Penzias ve Wilson'ın ölçümlerini doğrulaması yalnızca sekiz dakika sürdü. Sonuçlar, tarayıcıların kesinlikle evrenin başlangıcındaki büyük patlamanın sıcak, yoğun konumunun kalıntılarını gösterdiğini kanıtladı. Çoğu bilimadamı COBE'nin başarısını Big Bang'in olağanüstü bir şekilde onaylanması olarak yorumladı.

Big Bang'in bir diğer önemli delili ise, uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarı oldu. Günümüzde yapılan ölçümlerde anlaşıldı ki, evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang'den arta kalan hidrojen-helyum oranının teorik hesaplanmasıyla uyuşuyordu. Eğer evren, bir başlangıcı olmadan, sonsuzdan geliyor olsaydı, evrendeki hidrojen tamamen yanarak helyuma dönüşmüş olurdu.

Tüm bunlarla birlikte Big Bang bilim dünyasında kesin bir kabul gördü. Scientific American dergisinin Ekim 1994 sayısındaki bir makaleye göre, evren sürekli, düzenli olarak genişliyordu ve Big Bang modeli yüzyılımızın kabul görmüş tek modeliydi.



Yani Big Bang'ten önce madde yoktur. Dolayısıyla zamanda big bang ile brilikte yaratılmıştır ve mutlak surette akıp gider inancı yanlıştır.


Daha Önceki zamanla alakalı notlarımıza bakabilirsiniz:

Zaman Nedir -1-

Zaman Nedir -2-

Zaman Nedir -3-